Her şey internette o kitabı ararken başladı.
O kitap dediğimse...
Bir arkadaşımın aradığıydı ki aslında onun da değil, bir tanıdığının.
Arkadaşımın tanıdığı, kendisi için kıymet ifade eden, kapağı ve açılış sayfalarının eksikliği yüzünden yazarının kimliği belirsiz o kitaptan vazgeçmek istemediği için kapaklandırmak amacıyla ciltleme yapan bir yere vermiş. İşte tam bu safhada da yeni kapağa yazılmak üzere yazarın adı da gerekince, hatırlayamamış bir türlü. İnternet de kullanmıyormuş ki arasın bulsun. Tadilatı yapan kişi de oralı olmamış demek....
Böylece arkadaşıma gelmiş.
Arkadaşım da bana... 'Sen bilirsin bu işleri' gazıyla.
(Angaryalarda bu gaz çok kullanılır, ben de yaparım bazen nazımın geçtiklerine fakat benimkiler döner dolaşır yine bana havale edilir, o ayrı)
Ne olacak, elime mi yapıştı?
Buldum.
Ve…
Açtığım sayfada 'başka neler varmış bi bakayım' diye göz gezdirirken…
Onu gördüm!
Tam anlamıyla görmek denemezdi…
Adına rastladım. Buydu gördüğüm sadece.
Fakat bir anda, uzayda hızla yaklaşan bir cisim gibi geldi çarptı beynimin kıvrımlarına.
Etkisiyle zamanda savruldum.
Aman Allahım! dedim. Bu o, bu o!
Bunca yıl sonra karşıma çıktığı için sevineyim mi yoksa onu bi kerecik olsun aklıma getirmediğime üzüleyim mi bilememenin arasında gidip geldi ruh halim.
Sonra hafızamı yokladım…
Neydi? Nasıldı?
Ne söylemişti bana?
Ne hissetmiştim?
Onu sevmiş miydim?
Ne yazık, ufacık bir kırıntı bile bulamadım cevap olarak...
Adından başka.
Zaten o da olmasa nereden tanıyacaktım ki?
Merak ettim…
Merak ötesiydi hatta, bambaşka birşeydi.
Hatırlamalıydım!
Anılar denizine bir taş atılmıştı fakat gitgide büyüyen halkaların arasından, dipte hayal meyalseçilen bir isim olarak kalamazdı artık. Yüzeye çıkmalıydı.
Sanal olarak görmek yetmezdi.
Sahiden görmeli, dokunmalıydım.
Bir an bile tereddüt etmeden...
Çağırdım onu.
Çok geçmeden geldi.
Değişmişti…
Ya da ben unutmuştum yüzünü. Belki de hiç hatırlamıyordum.
Heyecanlanmıştım, kalbim hızlı hızlı atıyordu...
Uzun uzun baktım yeniden tanımak istermiş gibi. Yılların izlerini taşıyordu belli belirsiz. Ve bir zaman sonra darmadağın olacakmışçasına yorgundu.
Buna rağmen…
Kimseye açılmamış, kimseyle gönül eylememiş...
Zamana direnerek beni beklemişti sanki.
Düşünmedim…
Neydi? Nasıldı?
Ne söyleyecekti bana?
Ne hissedecektim?
Onu sevecek miydim?
Hayır, artık hiç düşünmedim bunları.
Gelmesi yetmişti.
Kapıdan içeri girdiğinde daha, hep benimle olacağını anlamıştım.
Baş başa kalabilmek için…
Gecenin sessizliğini bekledim sabırla.
Anlatacaklarını kesintisiz duymak, yalnızca onu dinlemek istiyordum.
El ayak çekilince yatağa uzandık birlikte…
Bütün zamanlardan arınmış, yılların ötesinden bana ulaşacağını umduğum küçük bir ana kilitlenmiştim. O anı bekliyordum tuhaf bir mutlulukla.
Ve nihayet anlatmaya başladı.
Eski ve baygın dili hem tanıdık hem de yabancıydı.
Anlattıkça, kimi zaman zihnimde küçük patlamalar oluyor ama hiç biri hatırlamama yetmiyordu yıllar önce dinlediğim hikâyesini.
Hiç duymamış ama hep biliyor gibiydim.
Bazı sözcükleri kafamın içinde döndürüp duruyor, tüm dikkatimle ve tek kelimeye bile razı olarak, yer yer naifçe bir coşkuyla kurduğu cümlelerde bana kapıyı açacak anahtarı arıyordum.
Bu aynı zamanda kendimi de aramaktı.
Onunla ilk buluştuğum andaki kendimi…
Bulabilir miydim?
Bir cümlenin arasına sinmiş olabilir miydim mesela?
Adı geçen herhangi bir insan, mekân, eşya, olay, davranış, duygu ile çıkıp gelebilir miydim yeniden?
Hep böyle hissettirmez miydi?
İlk kezden bir iz taşımaz mıydı yineleyişler? Yahut enikonu can vermez miydi geçmiş bir ana?
Onun derdindeydim.
Sonunda bunca çabalamaktan yorulduğumu anlayarak...
Hatırlamayı dayatmaktan vazgeçip, akışa bıraktım kendimi.
Sözcükler arayışın baskısından kurtuldukça...
Ağaçlıklı bir yol, bir adam, bir küçük çocuk, bir kadın, bir su kenarı, bir değirmen...
Silik görüntüler halinde imgemde belirseler de...
Hiçbiri beni o ana götürmüyordu.
O an:
sekiz, bilemedin dokuz- yaşındaki bir çocuğun
evin sandık odasında bulduğu
eski, cildi kopuk kopuk,
sayfaları karışmış,
kim bilir hangi aile büyüğüne -muhtemelen dayıya- ait
kitabın adına merakla bakışı...
sonra kapağı çevirişi...
özenle sıraya konulan sayfalar...
her sayfada içine işleyen o tarifi mümkün olmayan koku...
büyüklerin dünyasına ilk dalış...
ilk okunan roman...
-belki sonrasında sıkılıp bırakılan-
......
Ne geçmişe özlem, ne de benzeri duyguydu içimdeki…
Bir fotoğraf almak istiyordum yalnızca.
Görüntüler netleştiği anda basacaktım beynimdeki deklanşöre: Klik!
Kaydolacaktı.
Fakat olmuyordu.
Nihayet...
Bütün sayfalar tamamlanınca...
Kapağı kapadım.
Fotoğraf yerine...
Kokusunu içime çekip, bağrıma bastım.
RÜYA ÇAĞLA
Mayıs 2013
*Tanrı Müjdecisi/Roman
Yazar: Seyfettin Turhan
Basım yeri ve yılı: Akgün Matbaası/ İstanbul, 1948
Fiyatı: 250 kuruş